Milli Kimlik ve Aile Bağlarında, Birleştiren ve Parçalayan Bir Unsur Olarak Yemek
Sinema, sadece görsel ve işitsel bir sanat olmanın ötesinde, duyularımıza hitap eden ve hatıralarımızla bağ kuran güçlü bir anlatım dili sunuyor. Bazen bir yemek sahnesi, bir çocukluk anısını, bir ailenin geçmişini ya da bir milletin kültürel kimliğini tek başına yansıtabiliyor. İşte tam da bu noktada, Fatih Akın’ın ‘Solino’ filmi, yemek ve göçmenlik üzerinden kurduğu anlatısıyla büyük bir derinlik sunuyor.

Solino, İtalya'dan Almanya'ya göç eden bir ailenin hikayesini merkezine alıyor. Aile; yeni bir ülkeye, yeni bir dile ve farklı bir kültüre adapte olmaya çalışırken, en çok mutfak kültürlerine tutunuyor. Almanya'da açtıkları küçük bir pizzacı, hem geçim kaynakları hem de kimliklerini koruma alanları hâline geliyor. Bu mekan, film boyunca yalnızca bir iş yeri değil bir aile evi, bir kültürel hafıza ve dayanışma merkezi olarak konumlanıyor.
Yemek, filmde göçmenliğin getirdiği kopuşlara karşı bir direnç biçimi olarak öne çıkıyor. Göç, bireyi köklerinden uzaklaştırıyor, kimliğini yeniden tanımlamaya zorluyor. Ancak Solino ailesi için bu süreç, annenin mutfağındaki domates sosunun kokusuyla, fırında pişen pizzanın buharıyla, makarnanın haşlandığı tencerenin sesiyle daha katlanılır hâle geliyor. Yemeğin taşıdığı bu duyusal hatıralar, göçmenlik deneyimini hem dramatik hem de insani bir zemine oturtuyor. Film, yemekle olan ilişkiyi sadece nostalji ve kimlik üzerinden değil aynı zamanda aile dinamikleri ve kuşak çatışmaları üzerinden de ele alıyor. Baba geleneksel değerlere sıkı sıkıya bağlı dururken, iki oğul; Gigi ve Giancarlo farklı yolları seçip bireysel hayallerinin peşinden gidiyor. Bu çatışmalar, çoğu zaman pizzacının arka mutfağında ya da yemek masasının etrafında yaşanıyor. Mutfağın sıcaklığı, yalnızca yemeğin değil aile içindeki duygusal gerilimlerin ve özlemlerin de aktığı bir alan oluyor.
Fatih Akın, yemek ve sinemayı öylesine iç içe geçiriyor ki bazı sahneler neredeyse bir yemek tarifine dönüşüyor. Annenin makarna hazırlarken gösterdiği özen, oğullarıyla yaptığı sohbetler, sosun karıştırıldığı anlar; tüm bu detaylar yemeği duygusal bir anlatı aracı haline getiriyor. Bu bağlamda yemek, yalnızca bir ihtiyaç değil duyguların, geçmişin ve ailevi bağların sembolü oluyor. Öte yandan pizzacının giderek büyümesi, Almanya'daki göçmenlerin kendi işlerini kurarak kültürlerini yeni coğrafyalara taşıma ve asimile olmadan yaşam alanı açma çabalarını temsil ediyor. Pizzacının müşteri kitlesi genişledikçe, bu kültürel yemeklerin ev sahibi toplum tarafından da benimsendiğini görüyoruz. Bu noktada yemek, kültürler arası bir köprüye dönüşüyor. İtalyan mutfağı üzerinden anlatılan bu hikaye, evrensel bir göçmen deneyimini yansıtıyor.
Filmin dikkat çeken bir diğer yönü de yemek aracılığıyla aidiyet duygusunun pekişmesi oluyor. Almanya'da geçen yıllar içinde çocuklar büyüyor, dünya görüşleri değişiyor, aile bağları zaman zaman kopma noktasına geliyor. Ancak her dönüm noktasında onları yeniden bir araya getiren şey yine yemek oluyor. Kimi zaman bir tabak makarna, kimi zaman çocukken yedikleri pizzanın kokusu, onları ortak bir hafızada buluşturuyor. Yemeğin bu birleştirici gücü, filmi hem insani hem de sıcak kılıyor.
Ayrıca filmdeki yemek sahneleri, göçmenliğe dair sessiz kalmış duyguları da açığa çıkarıyor. Özellikle annenin suskunluğu, mutfaktaki hareketleriyle konuşmaya başlıyor. Bu sahnelerde izleyici, yemek pişirmenin bir tür terapiye, bir iç dökme biçimine dönüştüğünü fark ediyor. Fatih Akın burada yalnızca göçmenlik hikayesi sunmakla kalmıyor, kadınların ev içindeki görünmez emeğini ve bu emeğin aile üzerindeki dönüştürücü etkisini incelikle işliyor. Solino, yemekle anlatılan bir göç hikayesinin ötesine geçerek, kimliğini kaybetmeden hayatta kalmaya çalışan bir ailenin, kuşaklar arası dönüşümün, sevginin ve hayal kırıklıklarının öyküsünü anlatıyor. Film boyunca izleyiciye aktarılan yemek sahneleri yalnızca lezzet değil; duygu, kültür ve aidiyet taşıyor. Bu yönüyle film, yemekle kurulmuş en anlamlı sinema anlatılarından biri olarak öne çıkıyor.
Fatih Akın, yemek ve sinemayı ustalıkla harmanladığı bu filmde, izleyicinin kalbine hem bir tabak sıcak yemekle hem de göçmenlik gibi zor bir deneyimin içten anlatımıyla dokunmayı başarıyor.
Sofra’da Bu Ay
- Bağ Bozumu Sofrası
- Bağışıklık Dostu Mevsim Menüleri
- Konuk Şef Can Aras'la Sofraya Özel
Bakmadan Geçmeyin

Sinemada Yemeğin Çarpıcı Gücü; Burjuvazinin Gizli Çekiciliği
Sinema, sanat dalları içinde anlatım yetisi en kuvvetli olan disiplinlerin başında yer alıyor. Belki de en güçlüsü... Yemek üzerinden yapılan anlatılar ise filmi daha da karakterli hale getiriyor. Yemeğin bir gösterge olarak sunabileceklerinin ucu bucağı yok! Öyle ki Luis Buñuel’in Burjuvazinin Gizli Çekiciliği filminde de yemek sembolleri en çarpıcı haliyle kullanılıyor. Gelin bu filme daha yakından bakalım, ne dersiniz?
Mutfakta Başlayan Devrim; Délicieux
Sinema sonsuz duygu ve fikri anlatabileceğiniz bir sanat alanı. Aynı şekilde yemek de öyle. Peki yemek ve sinema yan yana geldiğinde çoğu zaman bu kadar keyifli işlerin açığa çıkması tesadüf mü? Yemeğin bir gösterge olarak sinemada anlatabileceklerinin ucu bucağı yok. Gelin, seyir zevki yüksek bir Fransız filmi olan Délicieux’ye yakından bakalım.