Gidince Vazgeçemeyeceğiniz, Lezzet Dolu Bir Şehir; Lizbon
Avrupa'ya seyahat planları yapılırken İtalya, Fransa, Yunanistan gibi ülkeler yüzünden bir türlü kendisine sıra gelmeyen ama bir kere gittikten sonra da 'burayı nasıl daha önce keşfetmemişiz' dedirten bir şehirden bahsedeceğim sizlere; Lizbon. Lizbon'a biz ilk defa pandemi döneminde, tam da seyahat yasakları varken gitmiştik. Tüm havalimanları kapalı olduğu için önce uçakla Almanya'ya gitmiş, oradan araç kiralayıp 2.000 km boyunca araba kullanıp Fransa ve İspanya sınırlarını karadan geçmiş, en sonunda da bu harika ülkeye ulaşmıştık. O günden beridir de Portekiz, seyahat planları yaparken sürekli olarak ilk aklımıza gelen destinasyon haline geldi. İşte tam da bu nedenle, bu sefer de çocuklarımızla tekrar Lizbon'a gitmeye karar verdik. Daha önce gitmediyseniz size de ilham olsun diye deneyimlerimizi ve özellikle tattığımız lezzetleri sizlerle de paylaşalım istedik.
Belem'de Kaşiflerin İzinde…
Lizbon'a varınca ilk durağımız, Alcantara'da birkaç gün boyunca bize ev sahipliği yapacak olan otelimize giriş yapar yapmaz bavullarımızı bırakıp şehrin en beğendiğimiz muhitlerinden biri olan Belem'e doğru yürümeye başladık. Tejo Nehri boyunca sahil kenarında yürürken karşımıza şehrin ikonikleşmiş 25 Nisan Köprüsü çıktı.
Bu tuğla kırmızısı köprüyü görünce San Francisco anılarımız canlandı çünkü Golden Gate ile 25 Nisan Köprüsü'nü yapan firma aynıymış ve böyle olunca iki köprüde de benzer tasarımı kullanmaktan geri kalmamışlar. Sahilde birkaç dakika yürüdükten sonra asıl görmek istediğimiz yer olan Kaşifler Anıtı'nda sıra. Bu görkemli ve etkileyici heykel Hindistan ve Batı Afrika gibi bölgelere gitmeyi başaran Portekizli denizciler ve onları finanse eden soylular adına yapılmış. Anıtın Belem'de olmasının da bir nedeni var: Hindistan'a denizden gitmeyi başaran ilk Avrupalı olan Vasco de Gama Belem'den denize açıldığı için bu heykel için en doğru noktanın da burası olacağı düşünülmüş. Heykelin önündeki yere işlenmiş dünya haritası ise Portekizli denizcilerin neleri başardığının da bir göstergesi adeta. Portekizli kaşiflerin bundan 600 yıl önceki denizcilik şartları ile adeta dünyayı fethetmiş olmaları gerçekten hayranlık uyandırıcı. Sahilden ayrılmadan önce Tejo Nehri'nin Atlas Okyanusu ile buluştuğu yere koruma amacı ile yapılan Belem Kulesi'ni de görmeyi ihmal etmiyoruz. Portekiz'in keşifler döneminde ortaya çıkan, Manuelin mimarisine sahip bu kule Lizbon'da mutlaka görülmesi gereken yerlerin başında geliyor. Bir sonraki durağımız ise hemen yakındaki bu mimarinin en görkemli örneklerinden bir diğeri olan Jerónimos Manastırı. keşifler döneminin en önemli figürlerinden olan Vasco da Gama'nın Hindistan'a olan yolculuğundan elde edilen zenginliklerle inşa edilen bu manastır, Portekiz'in bir zamanlar içinde olduğu altın çağda nasıl bir servete sahip olduğunu gözler önüne seriyor. Belem'den ayrılmadan önceki son durağımız ise ufak bir dükkân olmasına rağmen etrafında sıra olan insanlarla dolu Pasteis de Belem. Burası o kadar popüler ki en az yanındaki manastır kadar turist çekiyor desek fazla abartmış olmayız. Buranın ünlü olmasının nedeni ise Portekiz'in ünlü tatlısı pastel de nata'yı en güzel yapan yerlerden biri olması.
Bu tatlının, manastır ile tek ortak yanı sadece çektiği turist sayısı değil aynı zamanda ilk olarak Jerónimos Manastırı'ndaki keşişler tarafından yapılmış olması. O dönemin keşişleri, kıyafetlerini kolalamak için yumurta akı kullanıyorlarmış ve ellerinde kalan yumurta sarılarını değerlendirmek için de bu tatlıyı yapmaya başlamışlar.
Bu bilgileri özümserken, sıra sonunda bize geldi ve siparişimizi verdik. Bir kutunun içine koydukları Pastel de Belem'lerimizi aldık ve hemen kapıda kutuyu hızlıca açarak farklı katmanları olan tatlımızı yemeğe başladık. Bu tatlı insana, bir ısırıkta adeta üç farklı his yaşatıyor. İlk önce hafif karamelleşmiş üst katman ile karşılaşıyorsunuz sonra çıtır çıtır dış yüzeyi ağzınıza geliyor, en sonunda da pastacı kreması dokusundaki yumurta sarısı ile dans eden dolgusu bu lezzet şölenini arşa çıkarıyor. Ama hemen söyleyeyim; eğer yumurta ile aranız pek yoksa bu geleneksel Portekiz tatlısıyla da yıldızınız barışmayabilir. Bizim içinse bu tatlıyla vedalaşmak zor oldu ama gezimiz devam etmeliydi. Biz de tatlımızdan son bir lokma alıp dükkânın hemen önündeki tuktuklardan birine binip Rosio Meydanı'na doğru yola çıktık.
Akşam yemeğine geçmeden önce The Fantastic World of Portuguese Sardines mağazası dikkatimizi çekti. Burası; her biri farklı konseptte olan bir mağazalar zinciri. Bizim gittiğimiz mağazanın konsepti ise sirkti ancak bu markanın tüm zincir mağazalarının ortak yanı ise Portekiz'in ünlü sardalyasının konservelerini satıyor olmaları. Buradan sevdiklerinize hediye olarak bir Lizbon hatırası alabilirsiniz. Doğru okudunuz, hediye… Çünkü burası bir pazarlama mucizesi aynı zamanda. Burada Portekiz'in ünlü turistik noktaları için özel tasarlanmış konserve kutuları, hatta altın külçesi şeklinde sardalya konserve kutuları bile var. Bununla da yetinmeyip, her yıl için üzerinde o yılı belirten (1965, 1978, 1980 vs.) özel konserve kutuları üretmişler. Böylece, sevdiklerinizin doğum yılına özel bir sardalya konservesi almanız mümkün. Dükkanın görsel şöleni o kadar etkileyici ki buradan alışveriş yapmadan çıkmak neredeyse imkânsız, hele ki balık seviyorsanız.
Deniz ürünleri demişken, sıradaki durağımız çok sevdiğimiz bir restoran olan Café Nikola. Buradaki ilk siparişimiz; doğal taş görünümlü kabuklarının içinde, hafif tuzlu deniz suyu aromasıyla zenginleşmiş, ışıltılı duran etli, sulu istiridye ve yanında da deniz salyangozu oluyor. Ara sıcak olarak da küçük bir tencerenin içinde kum midyeleri ve karideslerimiz geldi. Son olarak da altın sarısı safranlı pirinciyle göz kamaştıran, üzerindeki dev karidesler, midyeler, kalamar halkaları ve iri yengeç parçaları ile daha tadına bakmadan gözümüzü doyuran deniz mahsullü paella'mız geldi. Burada ilk günümüzün finalini, tam da Lizbon'a yakışır şekilde yapmanın haklı gururunu yaşadık.
Alfama'nın Sokaklarında Zamanda Yolculuk
İkinci günümüze, Lizbon'un en ikonik bulvarı olan Avenida da Liberdade'deki Pombal Markizi Meydanı'ndan başladık. Pompal Markizi'nin heykeli, 1755 Lizbon depremi sonrası yaptığı reformlar ve şehrin yeniden inşasında oynadığı kritik rol nedeni ile bu meydana dikilmiş. Bulvar boyunca sıralanmış lüks mağazaların vitrinlerine bakarak Avenida da Liberdade'den aşağıya indikten sonra öğle yemeği için Vietnam mutfağını denemek üzere Tre'ye oturduk. Binaların arasına sıkışmış gibi duran bu restoranın arkasındaki, tamamen gerçek bitkilerden oluşan bahçesi şehrin merkezinde adeta bir vaha gibi! Burada; çıtır mantıdan pilavla servis edilen etlere kadar pek çok farklı lezzeti sipariş ettik. Hafif baharatlı soslarla servis edilen yemekler; taze, zengin aromalı ve dengeli bir lezzete sahipti. Özellikle limon otu ve kişniş aromaları, yemeğe ferah bir dokunuş katmıştı. Genel olarak buradaki lezzetler, belki de pilavla servis edildiği için Türk damak tadına uygundu diyebiliriz.
Şehrin hareketli atmosferine kısa bir mola verdikten sonra sıradaki durağımız, olmazsa olmaz diyebileceğimiz, Lizbon'un ünlü 28 numaralı tramvayının kalktığı Martim Moniz Meydanı. Durakta biraz bekledikten sonra meşhur tramvaya biniyoruz. Bu tarihi tramvayı bu kadar etkileyici kılan özellikse; yer yer elinizi uzattığınızda yandaki binalara değdiğiniz daracık sokaklardan geçmesi ve bu sokakları daha da güzelleştiren, cepheleri renkli çinilerle kaplı binaların arasından süzülerek neredeyse tüm şehir boyunca ilerlemesi. Tarihi Alfama mahallesinde tramvaydan indikten sonra şehrin, yüzyıllar öncesinde önemli bir savunma hattı olan labirent gibi sokaklarında adeta zamanda kırılma yaşıyorsunuz. Lizbon Katedrali Se'ye doğru yürürken; Mağribilerin burayı, şehre saldıran düşmanların kaybolması için neden labirent gibi yaptığını daha iyi anladık. Alfama turumuzu, bir zamanlar kraliyet sarayının olduğu Ticaret Meydanı'nda sonlandırdık. Bu meydanın bir önemi de Portekiz kralı ve oğlunun suikast ile burada öldürülmüş olması yani Portekiz'deki monarşinin sonunun burada gelmiş olması. Peki bu meydana neden gelmeliyiz derseniz; burada tüm meydanı çevreleyen Tejo Nehri manzaralı tarihi kafelerde oturup Lizbon ruhunu dinlenerek ve tadını çıkararak keyifle yaşayabilmek için deriz. Meydandan sonraki son durağımız bugün için Alcantara'da Docas de Santo Amaro'daki marina oldu. 25 Nisan Köprüsü'nün altında, nehir boyunca tur yapan teknelerin demir aldığı bu marinada Portekiz'de yaşayan arkadaşlarımızla birlikte yemek yiyerek ikinci günümüzü harika bir şekilde sonlandırdık. Burada çok sayıda dizi dizi restoran ve kafe var. Hatta bazılarında akşam belli bir saatte canlı müzik de oluyormuş. Hareketli ve keyifli bir ortamdı.
Bairro Alto'nun Şatafatlı Kiliseleri ve Brezilya Kahvesi
Lizbon'daki son günümüzde otelimizden ayrıldıktan sonra Bairo Alto'ya doğru yola çıktık. Şehrin bir diğer tarihi semtinde yürürken etrafımızı birden rengarenk çinilerle kaplı binalar sardı. Kuzeybatı Afrika'dan gelen Mağribilerin getirdiği, binaları çinilerle süsleme geleneği sayesinde sokaklarda yürümek bile başlı başına bir keyif olsa da sonraki durağımız olan Sao Roque Kilisesi'ne girdik. Dışarıdaki sade ve mütevazı görünümünün tam aksine, o güne kadar gördüğümüz en şatafatlı kiliselerden birine girdiğimizi içeride anladık. Öyle ki Avrupa'nın en zengin ve gösterişli şapeli bu kilisede yer alıyor. Kilisedeki tüm şapelleri gezdikten sonra Carmo Manastırı'na gittik. 1755 yılında yıkılan çatısı ile depremin yıkıcı gücünü tüm sarsıcılığıyla gözler önüne seren bu manastırın içi adeta bir arkeoloji müzesi gibi. Bence burada mutlaka gidip görülmesi gereken yerlerden biri. İçeride gerçek mumyalar bile görmek mümkün. Havaalanına gitmeden önce ise kısa bir mola vermek için Baixa-Chiado'daki Lizbon'un ilk kafesi olan A Brasileira Café'ye de uğradık. Bu kafe Brezilya'dan getirilen kahveleri satmak için 19'uncu yüzyılda açılmış. Bugünkü gibi her köşe başında kahve içmenin mümkün olmadığı o zamanlarda, sanatçıların ve ünlülerin uğrak yeri haline gelmiş olan bu kafede ekler, kruvasan ve tabii ki pastel de nata yiyerek Lizbon'a hak ettiği şekilde hoşça kal dedik.
Lizbon'da Bunları Denemeden Dönmeyin
Portekiz'e birkaç kez gittiğimiz için daha önceki seyahatlerimizde farklı restoranları da deneyimleme şansımız oldu. Bu nedenle aklımızda en çok kalan üç restoranı da yeri gelmişken paylaşayım:
Ponto Final: Almada'daki La Casa de Papel'in çekildiği restoran. Adı 'son nokta' anlamına gelen bu restoran Tejo Nehri'nin üzerindeki iskeleye konumlanmış masaları ile meşhur. Burada meşhur, tazecik, ağzınızda unutamayacağınız bir tat bırakan sardalya balığını mutlaka denemelisiniz. Eğer herkesin oturmak için yarıştığı tam deniz kenarındaki en uç masaya oturmak isterseniz de önceden mutlaka rezervasyon yaptırın. Yoksa 1.5-2 saat sıra beklemeniz çok olası.
Ramiro: Deniz ürünleri ile ünlü Lizbon'un belki de en meşhur balık restoranı. Türk turistlerin en çok uğradığı yer olduğu için servis elemanları Türkçe konuşmayı bile öğrenmiş, zaten Türkçe menüsü de var. Ramiro'da bizim seçimimiz iri bir yengeç türü olan pavurya ve karides olmuştu. Pavurya düşkünü olmadığım için bence mutlaka denenmeli diyemiyorum ama karidesi çok lezzetliydi. Buradaki deniz ürünleri genel olarak taze ve lezzetli geliyor. Bu arada bu restoranda yemek yerken aynı masada BBC'de program yapan ünlü bir İngiliz şefe denk gelip gece boyu sohbet etmiştik. O nedenle Ramiro'dayken sürprizlere de hazırlıklı olun, müşteri profili çok geniş.
Parreirinha de Alfama: Portekiz'e gidip de Fado dinlemeden olmaz deyip Parreirinha de Alfama'da otantik bir Fado deneyimi yaşadık. Geleneksel taş duvarları, loş atmosferi, fado sanatçılarının güçlü ve duygusal sesleri eşliğinde, unutulmaz bir akşam geçirmek isteyenler için burası ideal bir adres. Ama baştan uyaralım; burada sadece nakit geçiyor ve rezervasyon şart. Kesinlikle değer.