Klasik bir Anadolu ailesinde yetiştiğimden olsa gerek, Cenevre ve Cannes'da bir kez daha anladım ki, "gurmelik" denen olaya oldukça uzağım. Ne zaman lüks bir restorana gitmek zorunda kalsam "eyvah!" derim içimden. Lüks restoran konsepti şöyle bir şeydir çünkü: Kocaman, otobüs tekerliği kadar bir tabak, içinde büyükçe bir kol saati kadar et ya da balık, karikatürde "gereksiz taramalardan kaçının" kuralına asla uymayan çeşitli soslarla rengarenk boyanmış bir tabak.

Bu arada o tabak kesinlikle sıcak olacak ve garson sizi "dikkat edin, çok sıcak!" diye uyaracak! Kendisi tutarak getiriyor ama o sıcak tabağı her nasılsa; birkaç kez kontrol ettim inanmayıp, sadece birinde tutamayacak kadar sıcaktı; gerisi havalı ve 1 saat sonra gelecek "ağır" hesaba hazırlık bence.

Cenevre'ye Otomobil Fuarı için gittim. Abartmıyorum, fazlası vardır, 2 günde yaklaşık 30 km falan yürüdük fuar alanında. İş bittikten sonra, Michelin yıldızlı bir restoranda yemek davetine icabet ettik. İnsan bir havaya giriyor, "dünya gözüyle Michelin yıldızlı yemek yiyeceğiz" diye. Elbette anlaması zor bir mönü geldi. 6 kişi 20 dakikada ne yiyebileceğimize karar verdik, siparişler verildi.

Genelde iç sesimi dinlemediğimde başıma olmadık işler gelmiştir; o yüzden enteresan isimli bir şey denemektense garantiye oynayıp, ıspanağa sarılmış bonfile sipariş ettim. Birkaç kişi de aynı şeyi söyledi, bir kişi deniz mahsulü istedi. Ana yemekten önce tatlı siparişi alıyorlar bu arada, çünkü tüm tatlıları o anda yapıyorlarmış. Yani hazırda tatlı yok. Zaten tüm yemeğin en güzel yanı o tatlılardı. Yemek 5 üzerinden 1 ise, tatlı Michelin'in tüm yıldızlarını hak edecek kadar iyiydi.

Makul bir sürede geldi yemekler; onlar gelene kadar da ufak tefek şeylerle açlık bastırıldı. Ve yine aynı tekerlek büyüklüğünde tabağın içinde, inanın abartmıyorum, eskiden yassı piller vardı 9 voltluk, onun kadar bir et geldi; yanında yanlışlıkla tabağa düştüğünü sandığım birkaç haşlanmış sebze vs. Elbette hayal kırıklığımı belli etmeden iki lokmada yemeği bitirip, muhteşem tatlıya geçtim.

Tamam gece çok yememek lazım; diyetisyenler de böyle diyor ama sabah 8'de başlayan ve yaklaşık 10-15 km koşuşturmadan sonra insanın okkalı bir yiyesi geliyor; hele de Michelin yıldızlı bir yerde. Ülkemizde de bunları kopya çekip dana gibi hesaba kuş kadar yemek veren çok yer var; oralara da gitmek istemem hiç. Esnaf lokantasıdır, bol kepçecidir, önce gözü doyuran yerdir benim için makbul olan.

Gelelim Cannes'a... Çok sayıda ülke ve şehre gitmek nasip oldu ama Fransızlar ayrı bir vaka; incelenmesi gereken bir millet. Dünyanın en büyük iki televizyon fuarı Cannes'da yapılıyor ne yazık ki! Film festivali ile bir marka haline gelen Cannes'a tatil yapmak için falan gitmek aklınızın köşesinden bile geçmesin. 2 km.'lik bir sahil, o film festivalinde gördüğünüz palmiyeli kumsal, hepsi o! İlk gidişte "aaa, oooo, güzelmiş" hissinin ardından, bir sonraki gidişte "eeee, Bodrum, Kaş, Çeşme 5 basar buraya" diyorsunuz; hem doğal hem tarihi güzelliklerimizden ötürü.

Velhasıl adamlar oldurmuş, Film Festivali, Tv Fuarı ve daha nice fuarlarla Cannes'ı inanılmaz bir marka haline getirmeyi başarmışlar. Yemek olayına gelince… Ben anladım ki Cannes'da hiç kimse evde yemek yapmıyor! Şehirdeki tüm restoranlar, günün her saatinde ağzına kadar dolu! Hele gece yer bulmak, rezervasyonunuz yoksa hayal!

Elbette dünyanın dört bir yanından fuara gelenlerin etkisi var ama öğrendim ki genelde böyle. Yeme-içme farklı bir kültür onlarda ve bize göre çok pahalı! İnanılmaz pahalı hatta! Fuarın ilk gününün akşamında, Eski Cannes (Old City) denen, hafif yokuş yukarı, daracık sokağın en üstünde, köşedeki bir restoranda şansa yer bulduk. Buradaki porsiyonlardan şikayet etmeyeceğim, diğer 3 günde de miktarda bir sıkıntı yoktu.

Sıkıntı, zaman… Siparişi 21:15'te verirseniz ve 23:45'te önünüze orta seviyede bir yemek gelirse bu tüm sabır sınırlarını zorlar elbette. Genelde böyle uzun beklemeli geçiyor akşam yemekleri; hiç ama hiç bize göre değil… Bana dediler ki; "onlar bunu yemek için değil, konuşup vakit geçirmek için yapıyorlar, yemek sohbete eşlik ediyor, o yüzden bu uzun süre!" "Hadi ordan!" dedim, "Biz sanki bilmiyoruz muhabbetle birlikte yemek yemeyi. Meyhane kültürü bizden yayılmış arkadaş dünyaya ve kimseyi de açlıktan öldürmeden, soyup soğana çevirmeden hem de!"

Ertesi akşam bir Lübnan lokantasına gittik ve şak diye önümüze konan 10 çeşit meze, 10 dakika sonra gelen ana yemekle rahatladık. Elbette orası da pahalıydı ama Cannes'da iki seçeneğiniz var: Ya doyarak çok para ödersiniz ya çok para öder ve aç kalırsınız.

Şöyle örnekleyeyim, iki kişi, iki tabak yemek –ki makarna ya da ızgara balık, öyle şatafatlı bir şeyden bahsetmiyorum- bir salata, su, iki kahve içerseniz yaklaşık 150-200 TL ödersiniz, son derece sıradan bir sokak üstü restoranda. Lezzetten iyi anlar, çok iyi yemek yaparım ama kuş yemi kadar değil. Önce göz, sonra mide doyacak bizde ne de olsa. Kalın ağız tadıyla…