Önüme geleni lokma yaparım!

NAZIM Hikmet'in önce hasret kokan vatan şiirlerini, sonra da yüreğimi eriten aşk dizelerini keşfettiğiimde, ortaokul yıllarındaydım. Okudukça sevdiğim, sevdikçe 'keşke tanıyabilseydim!' dediğim ünlü şairimizin, yıllar sonra mavi gözlü bir adamın tok sesi ve derin bakışlarıyla yeniden hayat buluşunu hayranlıkla izledim. Bu adam, dört mevsim Frigo'lu sinema geleneğini, 'mendilsiz izlenilemez' denerek yıkan bir filmde, en can alıcı sahnede rol alarak girmişti ilk defa kalbimize… Üstelik de bundan önce yıllarca tiyatrocu kimliği ile pek çok değerli rolde yeteneğini izleyiciyle paylaşmasına rağmen. Bazı keşifler geç oluyor galiba! İnsan sadece kendini değil, başka 'değerli' olanları da keşfetmekte bazen ağır kalabiliyor. Neyse ki artık var olduğu için sevindiğimiz ve Usta filminde izledikten sonra daha da el üstü ettiğimiz bir oyuncu Yetkin Dikinciler…

Yetkin Dikinciler Yüreğinden, bahçesinde ebruli hanımeli açan evlere sevdalı kaç minnacık kadın geçtiğini bilemesek de, o mavi gözlü dev cüssesiyle, sevginin sıcaklığına inanan, ne kadar olduğunu tahmin edemediği ömrünü sahicilik için harcayacağını çekinmeden söyleyebilen samimi bir itirafçı. İlk bakışta, 'çok mesafeli, ciddi' diye yapıştıracağınız etiketi, kocaman gülüşü ile sadece saniyeler içinde kaldırıp atabilecek kadar dost aynı zamanda. Arka arkaya gelen başarılar ve pek çok hayrana rağmen, aklı hala çocukluğunun sıcak hatıralarında… Anneannesinin nohutlu pırasa yemeğini, başhemşire annesinin hastane nöbetlerine eşlik ederken yediği sütlacın tadını, babasının balkonda yaptığı nefis mangalın kokusunu ve kış günlerinin törensel içeceği Vefa bozasını anlatırken, ondan mutlusu yok sanki… Hayat pek çokları gibi ona da çeşitli kayıplar verse de, ömrün her şeyi kapsadığını, yolun bir hedef değil başlıbaşına bir keşif olduğunu kabul edecek kadar yaşamla kavgasını geride bırakmış. Dilinden düşürmediği tek bir kelime var: Huzur… Oyuncu kimliği bir yana, işte karşınızda en farklı yönleriyle Yetkin Dikinciler…

-İnsan size bakınca, öylesine huzurlu, dingin birini görüyor ki, hayatla meselenizi çözmüş gibisiniz. Gerçekten öyle mi, yoksa kendinizi daha iyi hissetmek adına mı böyle bir elektrik yayıyorsunuz?
O kadar iyi bir oyuncu değilim; özelimde böyle olmasam, huzurlu görünemeyebilirim. Aslında hayatta pek çok şeye gereğinden fazla anlam yükleyip üzülmemek gerektiğini 9 yaşımda fark ettim de diyebilirim.

- Sizin adınıza çok sevindirici, ben 30'umda hala fark edemiyorum bunu!
Fark etmenin yaşı yoktur. Bu halim, 9 yaşından bugüne fark ettiklerim; bundan sonra fark edeceklerim de cabası. Yarın yeni bir şeyi fark edebilirim; şimdiye kadar hiç fark etmediğim... Fark etmeye devam ediyorum yani. Bence bana huzur veren, yarın da yeni bir şey öğreneceğimi bilmek… Bu zamana kadar öğrendiklerimle hayatı çözüyor olmam çok önemli değil aslında; çünkü yarın yeni sorular ve cevaplar olacak. Her şey şu ana kadar olduğu gibi, bundan sonra da olmaya devam edecek. E bunun için telaş etmeye gerek var mı? Tabii benim de çözülmesi için uğraştığım, halledilmesi için çaba gösterdiğim şeyler var. Ama halledemediğim zaman bana kalanlar huzur olmalı. Gereken enerjiyi vermek de huzur verir insana, 'elimden geleni yaptım ama bu kadarmış' diyebilmek de...

- Çok sevdiğim bir dostumdan duyduğum bir söz vardı; Tanrı insana ruhuna göre beden verirmiş. Mesela ben, içimde çocuksu bir ruh olduğu için minyon olduğumu düşünürüm. Peki görüntünüzle ilgili olarak insanların sizden beklentileri rahatsızlık veriyor mu? Çünkü ülkemizde "kalıbının adamı" olmak gibi bir kavram var ve insan biraz iri olunca daha koruyucu, kollayıcı olması bekleniyor galiba!
Eğer ruh ve beden eşleşmesi yapacaksak, benim içimde birkaç çocuk var diyebiliriz o halde. Ama ben zaten, benden beklentisi olan insanlarla pek buluşamıyorum. Beni olduğum gibi kabul edenlerle buluşuyorum ve o zaman da tam beklentilerinin karşılığını alıyor insanlar. Benimle daha iyi bir iletişim kuruyorlar ve açabilecekleri bir kapı varsa yüreğimde, oraya en derine kadar girme şansı buluyorlar.

- Madem içinizde birkaç çocuk var, çocuk Yetkin nelerden hoşlanıyor?
O şımarıklıktan, rahat olabilmekten, kendi gibi olabilmekten hoşlanıyor. Her yerde öyle olunmayacağını, düzgün oturması kalkması gerektiğini de biliyor ama. Hayatımda aradığım şey huzur, bunun için huzurdan da hoşlanıyor.

- Böylesine yoğun bir hayat, göz önünde bir meslek insanı çok huzursuz edebilir aslında. Üstüne üstlük, Cihangir gibi popülaritesi yüksek bir yerde oturuyorsunuz, huzuru yakalamakta zorlanıyor musunuz?
Yaklaşık 10 yıldır Cihangir'de yaşıyorum. Evet, Cihangir kalabalık bir semt ama aynı zamanda hala mahalle kültürünü yaşayan, komşuluk ilişkisini ve sıcak yüzünü esirgemeyen insanların olduğu, bakkalı, manavı tanıdığınız, bir cafe'ye girdiğinizde arkadaşlarınızla merhabanın ötesinde dertleşebildiğiniz, arkadaşlarınıza ihtiyaç duyduğunuzda, aramasanız da onlarla karşılaşabilece¤ğniz bir yer burası. Bu anlamda da çok değerli, çok merkezi ve yaşanmışlığı olan bir yer. Tüm bu nedenlerden ötürü de, stresten uzak olduğunu düşünüyorum.

- Siz nerelisiniz?
Doğma büyüme İstanbulluyum. Kumkapı, Yenikapı civarından. Annemin babası Nazillili, annesi ise Denizlili.

- Ama siz Ege kültürünün içinde pek bulunmadınız galiba?
Bulundum aslında. Yaz tatillerinde Ege'ye çok sık giderdik. Üstelik ailem memur ailesi olduğu için çok da seyahat ettik. Ben de öyle bir meslek seçtim ki, hala seyahate devam ediyorum.

- Bu kadar düzgün durmaya çalışırken, kendinizi eleştirdiğiniz yanlar var mı?
Öfkemle başa çıkmaya çalışıyorum. Belki çok basmakalıp gelecek ama, haksızlıklara dayanamıyorum. Yolda gördüğüm, beni ilgilendirmeyen, insanların "ya sana ne?" diyebilecekleri bir olayın direk içine giriyorum. Çünkü orda bir yoruma ihtiyaç var ve başım derde girse de bunu yapıyorum. Özelde İstanbul, Türkiye; genelde dünyada insanlar fazla stres yüklü ve anlık parlamalar yaşıyor. Belki de bir aktör olarak böyle şeylere hiç girmemem gerekir ama ben hep olayların ortasında buluyorum kendimi. Tabii ki körükleyici de¤il, yatıştırıcı tavrımla. içimdeki adalet terazisi hala çalışıyor.

- Her ne kadar etrafımıza duyarlı olmaya çalışsak da, günümüzde hakim olan bir bireysel yaşam algısı var. Dört bir köşeden "önce ben" diye fısıldanıyor kulağımıza. Pek çok kişi giderek daha çok kabuğuna çekiliyor. Sizde durum nasıl? Dünyanın yalnızlaşması içinizi acıtıyor mu?
Aslında bu durum, yaptığım işle kendini gösteriyor. Galiba yalnızlıktan kurtulmak için oyuncu oldum. Evet yalnızım ama yalnızlıktan kurtulmaya çalışıyorum. Bu bir paradoks gibi görünebilir. Onun için başkalarının öykülerini, kendi öykülerim gibi benimsiyorum, kendi içimde başka hayatları keşfediyorum. Kendimi anlamak yetmez. Sadece kendimi anlamaya çalışırsam, barışçıl yaşayamam, dünya barışı için de umut taşıyamam. Oyuncu barışçıldır. Bunu arayan insan oyuncu olur belki de. Karanlık şeyleri görsem de, benim rolüm çıkış aramaktır.

- Çocukluğa dair en özel hatıranız nedir?
Kesinlikle Vefa bozası. Küçüklüğümde benim neredeyse boyuma kadar gelen bir cam şişeleri vardı. Özellikle ilk karda, mutlaka aile bir araya gelir, tören gibi boza içilirdi. Onunla da yetinilmez, hafta sonu da damacanayla boza alınırdı. Rahmetli anneannem (annem çalıştığı için gündüzleri daha çok anneannemde olurdum), boza damacanası boşalınca içine zeytinyağı koymuş. Ben de o gün tesadüf evde yalnızım, oynarken o şişeyi devirmişim. Zeytinyağı da bütün fayansların altından sızıp, alttaki Sevinç ablaların evine damlamış. Tam o sırada anneanem geldi ve aynı anda Sevinç abla elinde kocaman bir ekmek bıçağı ile kapıda belirdi: "Yağ damlıyor, yağ!" diye feryat etti. Onu öyle görünce dedim ki, "Aman Allahım ne oluyor?" inanılmaz korktum ama sonra anneannem beni yatıştırdı. Kadıncağız ekmek dilimlerken panikle yukarı çıkmış, onu anlattı, ben de rahatladım. Devirdiğim ilk çam da bu oldu.

- Bu olay kadınlardan korkmanıza ve uzak durmanıza neden olmadı değil mi?
Yok, daha çok sevdim. Onlar keskin bıçak...

- Anne ve anneannenizin üzerinizdeki hatırası çok büyük anladığım kadarıyla. Peki anne yemeği deyince ne hatırlarsınız?
Anneannemin nohutlu pırasa yemeğini... Lise yıllarımda okuldan dönünce anneannem beni nohutlu pırasa, şehriyeli pilav ve kompostolu bir masayla karşılardı. Yemek onun sohbetiyle yenir, ardından da her zaman anneannemin galip geldiği tavla oynanırdı. Annem çok yoğun çalışmasına rağmen (Çapa ortopedinin hemşiresiydi) ve mutfağa girmesi zor olsa da, yine de hiç ihmal etmezdi. Onun yaptığı her şeyi severdim. Bu arada annemle onun nöbetlerine de çok giderdim ve hastane yemeği yerdim. İnsanların rahatsız olduğu hastane yemekleri tam tersine benim için çok farklı anlamlar içerir, beni hep çocukluğuma götürür. Ama bu arada yemek konusunda, dayımın eşi olan yengemin eline kimse su dökemez, bunu da belirtmeliyim.

- Sizin mutfakla aranız nasıl?
Benim her gün kendime yaptığım bir salata var; domatesli, peynirli, küçük doğranmış esmer ekmekli, üzerine nar ekşisi ve Ege'den gelen zeytinleri koyduğum. Setten geç gelsem bile, ertesi gün mutlaka bu salatayı yapar arınırım. Bir de öğrendiğim kadarıyla, kendime zeytinyağlı pırasa, kereviz, yer elması yaparım. İştahlı biri olarak, evdeki malzemeleri de değerlendiririm. Mesela kalmış kaşar peynirini rendeleyip, üzerine yumurta kırıp, pulbiber serpip, Antep'ten aldığım salçayı ekmeğin üzerine sürerek yiyebilirim.

- Gittiğiniz yerlerden yöresel yiyecekler de topluyorsunuz galiba?
Evet öncelikle şehrin yarısını yiyorum, kalanı da beraberimde getiriyorum! Bu arada tabakta hiçbir şey bırakmam, rahmetli anneannem, "tabağın dibini sıyır ki, yavuklun güzel olsun!" derdi; ordan kalma bir alışkanlık.

- Yavuklunuz güzel mi peki?
Bir insanın adı "yavuklu" olur da güzel olmaz mı?

- Şaka bir yana, kadınlara, ilişkilere bakış açınızı paylaşır mısınız bizimle?
Hayatımda huzurun yanı sıra, coşku ve mutluluk da arıyorum. İnsan bir dalgalI, bir durgun bir varlIk. Hani deniz her zaman düz olsa, altındaki varlıklar oksijen bulamaz ya, benim de, coştum yine dalgalanıyorum hallerim vardır. Ama bu anlar en çok da yüreğimin attığı anlardır.

- Çok atar mı yüreğiniz?
Kalbiniz atmazsa, bir yerde yaşam durmuş demektir. İlle de yapay bir kalp atışı sağlayamazsınız ama bir yerde kalbiniz atıyorsa onun peşinden gitmekte fayda var!

- Kalbinizin atışını tetikleyen şeyler neler?
Genellemek zor. O zaman bugüne kadarkiler kural olur, bugünden sonra karşılaşacaklarımız için haksızlık olur. Genelde sahicilik, sıcaklık ve güven hissi benim kalbimi attırır. Eğer benim dışardan görünen kapalılığıma, farklılığıma ya da soğukluğuma aldırmayıp - bu tabii yanlış anlaşılmasın, gelip beni örseleyin demiyorum- benim iletişim kurduğumdan çok daha ötesini, bendeki dahasını merak ediyorsa, çaba sarfedebiliyorsa bu çok önemli. Ama bu karşılıklı olmalı. Yumuşak yumuşak, yavaş yavaş, hissederek… Hissetmeden sonunu görmeye çalışlmak çok kötü bir şey. Asıl keşfedilecek olan, yolun sonunda değil, yolun kendisindedir. Birlikte yol alabiliyorsanız, gerçekten birbirinizi keşfedebilirsiniz. Ben bunun peşinden
koşuyorum. Acelem yok! Evet hayat sonlu bir şey. Ama hayatın kısa olduğunu düşünecek kadar uzun bir ömrüm yok. Kısa diye düşünüp yaşadığım şeylerin içini boşaltamam. Ne kadar yaşayacaksam o kadarını sahici, içten ve hissederek yaşamak isterim. Onun için de zamanım var diye düşünüyorum. Bir saniyem bile kalmış olsa, onu oraya harcamaya razıyım; anlamaya, anlaşılmaya, birlikteliği yakalamaya…

- Sizi dibe vurduran şeyler var mıdır?
Elimin yetmediği şeyler… Bir yerde bir şey görür, konu beni ilgilendirmese de, müdahale ederim dedim ya, müdahale edemeyeceğim mesafedeki şeyler için dibe vurabilirim.

- Kendinizle baş başa kalmak istediğinizde nereleri tercih edersiniz?
En büyük kaçamağım evim, çünkü evim benim sığınağım. Ama özel bir mekan sorarsanız, Ege kıyılarını ve oradaki telaşsızlığını çok özlüyorum, oralara gitmek istiyorum. Kışı ve dağları da çok seviyorum, bembeyaz karlar arasında olmak da benim için önemli, özellikle de kaymayı çok sevdiğim için…

Yetkin Dikinciler'in lezzet "en"leri...

En sevdiğiniz yemek:
Karnıyarık
En iyi yaptığınız yemek:
Yer elması.
Gitmekten en çok keyif aldığınız yer:
Mekanın önemi yok, sevdiğim bir arkadaşımla güzel sohbet edebileceğim herhangi bir yer.
Günün en sevdiğiniz öğünü:
Sıra dışı temposu olan biri olarak, galiba akşam yemeğinin yeri benim için çok ayrı. Günün sonunda kan şekeriniz düşmüş, yorulmuşsunuz, yanınızda da sevdikleriniz; hem günü düşünelim hem yarını... Ama yiyelim…
En büyük abur cubur şımarıklığınız:
O kadar çok ki… Mesela çocukken, önümüze geleni sucuk yaparız diye bir oyun vardı ya, ben de önüme geleni lokma yaparım. Hatta dört buçuk yaşındayken, babamın ben seviyorum diye eve koyduğu üç kilo muzu gizlice tek seferde yiyip, hastanelik olmuştum. En sevdiğim abur cubursa, her gün yatmadan önce kocaman büyük boy Ruffles ve büyük şişe bir ayranı birlikte tüketmek. "Yemekten sonra ya kırk adım at, ya sırt üstü yat" prensibinden, ben sırt üstü yat seçeneğini tercih ediyorum!

Sofra’da Bu Ay

  • Zeynep Dinç'ten Limonlu Tarifler
  • Ramazan'ın Baş Tacı Çorbalar
  • Şef Bahtiyar Büyükduman'dan Sıra Dışı Tabaklar
ve Daha Fazlası ...