Anne, baba, nine, dede ve 3 çocuktan oluşan büyük bir ailede geçti çocukluğum. 3 öğün yemek pişerdi bizde. Öğünler öğündü ama; çorbası, ana yemeği, pilavı, makarnası, tatlısı… Birisi eksik olsa, özellikle biz çocukların suratları ekşirdi.

Bir de sevilmeyen yemekler vardı. O yıllarda sağlıklı beslenme bu kadar yer kaplamıyordu insanların hayatlarında. Organik, GDO, sera gibi terimler de yoktu. "Turfanda"yı hatırlarım sadece; mevsiminden erken çıkan sebze-meyve görünce şaşırırdı insanlar. Şimdiki gibi her mevsim her şey olmazdı. Sevinirdim biraz daha erken domates yiyince sabah kahvaltıda.

Et, tavuk, balık, meyve, sebze… Şöyle midir, böyle midir demeden ve korkmadan ne güzel yemişiz. Şimdiki bilgi kirliliği, "onu yebunu yeme" diye yönlendiren, "o kanser yapar-bu bilmem ne, ammaannn!" diye korkutan yoktu. Hiç yoksa ben en az 100 kere kapıya gelen sütçüden tencereyle süt almışımdır. O süt, litrelik kaptan tencereye dökülürken kokardı süt gibi ve hala hatırlıyorum nasıl koktuğunu ve onla yapılan sütlacı.

Sebze yemeklerine hep tepkiliydik. Babam taze fasulye görünce "Yine mi yaptın şunu, daha yerken acıkıyorum yahu!" derdi. Doyurmazdı onu da bizi de fasulye. Zeytinyağlısına daha bir ılımlıydık neyse ki! Sofra dergisi yoktu, televizyonda bu kadar program yoktu, yemek kanalları yoktu, internetteki bloglar yoktu anneler için. Zor, çok zordu işleri. "E ne yapayım her gün her gün, ben de şaşırıyorum ne pişireceğimi, siz söyleyin ben yapayım o zaman!" diye hafif sinirlenince yerdik o fasulyeyi. Haklıydı; saatli maarif takvimi dışında "bugün ne pişirelim" diye başvurulacak bir kaynak da, nasıl pişirileceğine dair tarif de yoktu.

Annem annesinden, sonra kaynanası olan ninemden, ninem de anne ve kaynanasından öğrenmişti her şeyi. Ölçek de, gram da onların elleriydi; tuz-şeker-karabiber göz kararıyla, elle atılır, yemeğin tadına dumanı tüterken üflenerek kaşıkla bakılırdı. Akşam jüri bizdik; yerdik ve genelde de beğenirdik. Mesela annemin tüm sülalece onaylanmış muhteşem zeytinyağlı barbunyasının lezzeti, 10 defada bir değişirdi. Annem sözü kimseye bırakmaz "bu sefer pek olmadı, köyden getirdiğimiz bitti, aldığım barbunya kötüymüş, sertti, pişmedi…" diye kendi notunu kendisi kırardı zaten.

Hala da öyledir; biraz standart lezzetinin dışına çıksın aynı şeyi söyler canım annem! Yemek önemliydi bizim evde. Tereyağı Trabzon'dan gelirdi; rahmetli ninem onu bir daha kaynatırdı ocakta. Anlamazdım sebebini ama sormazdım da; yıllar sonra öğrendim. Ayakları tutmaz, gözleri görmez olana kadar da ocağın başında karıştıra karıştıra tereyağı eritti tencerede. Eritti, dondurdu, eritti dondurdu yıllarca ve biz o nefis yemekleri o tereyağıyla yedik.

Ninemin sulu köftesi ve yaprak sarması bir başkaydı. Niğde'den getirirdi her yaz dönüşü yaprakları. İncecik, hafif ekşi, yumuşacık ve kalem pil büyüklüğünde sarardı orta yağlı şahane kıymayla. Etler etti, tavuklar da tavuk. Tavuk ütlenirdi ocakta; tüyleri yakılırken evi kaplardı ki hiç sevmezdim o kokuyu. Ocağın çakmağı arızalanınca kibritle yakmaya çalışırken elimdeki tüyler yanınca gözlerimin önüne o sahne gelmişti; annem ocakta tavuk ütlüyordu. Çok şaşırmıştım; hala da bazen yakıyorum elimi ve bana acı vermiyor, sadece o günleri hatırlatıyor.

Orta Anadolulu bir baba ve İstanbullu anne güzel bir karışımdı beslenme adına. Baba tarafı etçi, anne sebzeci ve balıkçı. Kalkan, sık olmasa da rahatlıkla bulunan ve yenen şahane bir balıktı. O farklı tadını çok ama çok net hatırlıyorum. Pazar kahvaltıları özeldi. Periyodu belli olmayan aralıklarla babam pide yaptırmaya giderdi. Sabahın köründe kalkar, hepimiz uyurken pidenin içini hazırlar, fırına gider, Karadeniz usulü, yani kapalı olarak yaptırır gelirdi, senelerce Samsun'da yaşanmışlıkla! Hiç düşünmezdik kolesteroldü, kiloydu. Doyana kadar değil, mide almayana kadar yerdik üzerine ekstradan tereyağını bolca sürüp! Sonra herkes bir yere uzanırdı, kıpırdayamaz hale geldiği için. Şimdi anlıyorum nasıl bir mutlulukmuş.

O büyük aileden Hacı Zehra ve Hacı Mustafa Özcan, ninem ve dedem artık aramızda değiller. Abim ve kardeşim de kendi aileleriyle başka evdeler. Annem babama diyor mudur "hadi sofraya!" diye; hiç sanmıyorum. Kardeşim ve ben gittiğimizde yemeğe, salondaysak falan duyabiliyoruz çocukluğumuzun en güzel çağrısını. Bayramlardaki sofraları, sahurları, iftarları, o kalabalıkları, o anları çok sevmişim ben.

Böyle bir ailede büyüyünce, her yemeği hakkıyla yapabiliyoruz biz 3 kardeş. Bir de rahat bıraksalar diyetisyenler, doktorlar nasıl da mutlu olacağım ya neyse! Sevgili Esra Düzdağ'a "yazabilir miyim?" dediğimde onun cevabı, işte o yıllar öncesinden kulağımda kalan "hadi sofrayaaa!"yı çağrıştırdı. Annemin abonesi olduğu bu dergide yazmak büyük bir keyif olacak benim için. Çocukluğumu, günümüzü, yaptığım yemekleri, yediklerimi, aklıma takılanları yazarak "Sofra"da ben de yerimi almak istedim; elbette başarabildiğim kadar...

Hepinize merhaba!